28 Aralık 2008 Pazar

BEŞİN HATIRI İÇİN

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vezirleriyle bütçe müzâkeresi yaptığı bir gün, Fâtih’in medreseler için düşündüğü tahsîsât (ödenek) mikdârını Mâliye Vezîri çok bulmuş. Sultan Fâtih de o vezîrine sormuş:
“Medreseler maârifi (egitimi) için düşündüğüm rakam gözünüze büyük mü geldi!”
Mâliye Vezîri demiş: “Evet pâdişâhım, çok buldum! Memleketin binbir türlü derdi var. Medreselere o kadar tahsîsat ayırırsak öbürlerinden kısmak, kesmek zorunda kalacağız.”
Fâtih Mâliye Vezîrine bugün de aynı şekilde üzerinde durup düşünülmesi gereken şu ibretli cevâbı vermiş:
“Vezîrim, âlimler Peygamberlerin vârisleri değil mi?”
“Belî sultanım, elhak öyledir.”
“Peygamber vekîli olmak, kolay şey değildir. Bunun için çok fire veriyor bu meslek. Her meslek fire verir ama bu meslek daha fazla verir. Diğer meslekleri şuna benzetirim: Kirli suya siyah, kurşunî veya kahverengi bir kumaşı batırın, kurusun. Sarık diye sarın, rengini göstermez. Fakat beyaz bir tülbendi alın; değil kirli suya atmak, üzerinden sinek geçse fark edersiniz. Diğer mesleklere nazaran ulemâ mesleği budur. Şimdi soruyorum: Beslediğimiz her yüz talebeden beş tanesi yetişiyor mu, yetişmiyor mu?”
“Yetişiyor pâdişâhım.”
“Eh! Öyleyse o beşin hatırı için doksan beş taneyi de besleyeceğiz. O yüz’ün içinde hangileri o beşe girecek, evvelden bilemeyiz ki... Başka çâremiz yok.”
Mâliye Vezîri bu sözler karşısında:
“Anladım pâdişâhım! İknâ oldum, devâm edelim!” demiş.

Mevlana'dan

Edebte muvaffak olmayı Allah’tan isteyelim. Edebsiz, Allah’ın lütfundan mahrum olmuştur. Edebsiz, sâdece kendine kötülük yapmaz, hatta bütün dünyayı ateşe verir.
Ey rahmet edenlerin en merhametlisi olan İlâhımız, rahmetinle bizi şükredenlerden eyle!

Âmîn.
Gelin ey kardeşler gelin, Bu menzil uzağa benzer.
Nazar kıldım şu dünyaya, Kurulmuş tuzağa benzer.

YUNUS EMRE
Yâ İlâhenâ! Kur’ân-ı Azîmü’ş-şânı dünyada bize arkadaş, hem kabirde bizlere yoldaş, kıyâmette şefâatçi, hem sırat üzerinde nûr eyle! Cehennem ateşinden bizi muhâfaza edecek bir örtü, bir perde kıl! Cennete götüren bir yoldaş eyle!

Âmin

KUR’ÂN OKURKEN

İmam Gazâlî Hazretleri, Kur’ân okurken dikkat edilmesi gereken bazı hususları şu şekilde bildirmiştir:
1. Tedebbür: Kur’ân okumaktan gāye nedir, bunu düşünerek ağır ağır okumak.
2. Tefehhüm: Kur’ân’ı okurken, anlamaya çalışarak okumak.
3. Tahsis: Kendisine hitâb edildiğini kabûl ederek okumak.
4. Teessür: Kur’ân’ı okurken, anlatılan şeye göre üzüntü, korku, ümid ve daha başka sıfatlarla müteessir olarak okumak.
5. Terakkî: Kur’ân’ı okurken, kendi ağzından değil, Allah ü Teâlâ’dan dinliyormuş gibi okumak.
6. Teberrî: Kur’ân’ı okurken, Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi benlik ve varlığından geçmek ve kendisini hiçe saymaktır.

İhyâ-yı Ulûmü’d-Dîn

İSTANBUL’UN FETHİ

Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’i İstanbul’un fethi meselesinde en ziyade teşvik eden ve ‘Fatih’ ünvanına layık bir kisveye bürünmesinde ihtimam ve himmetini esirgemeyen kişi elbette ki ‘Akşeyh’ namıyla ma’ruf Akşemseddin Hazretleri (1390-1459) idi. Akşeyh, fethin hem maddi hem manevi, iki yüzü olduğunun farkındaydı. Çünkü Fahr-ı Alem (asm)’dan rivayet edilen hadis-i şerifler hem komutan ve askerlerden müteşekkil bir ordunun İstanbul'u fethinden, hem de silahsız, kan dökmeden; tevhid, tesbih, tahmidlerle, vukubulacak; Al-i Beyt’ten bir mübarek zatın kumandasındaki manevi bir ordunun İstanbul’u fethinden haber veriyordu. Buna binaen Akşeyh; İstanbul'un, geleceği hadislerle sabit olan Mehdi eliyle ikinci kez fethedileceğini gayet iyi biliyordu.

Devrin ulemasının hadislerin ifadesinden yola çıkarak Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedemeyeceğini söylemelerine mukabil, Akşeyh bir değil, ‘iki fetih’ vuku bulacağından hareketle, ulemanın bu yöndeki itirazlarına karşı çıkıyor ve mütemadiyen Sultan Mehmed'e fetihname denebilecek müjdeli mektuplar yazıyordu.
“İstanbul'u önce Mehmed fethedecek, sonra İstanbul ehl-i salibin eline geçecek, daha sonra da Mehdi İstanbul'u tekrar fethedecek” diye devrin ulemasına cevap veriyordu.

İşte hadislerle sabit olan ve Akşeyh'in de müjdelediği ikinci fethin kumandanı Mehdi ve yine hadisin ifadesi ile “hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyen” kahraman askerlerden müteşekkil nurani ordusu, evvelemirde kalplerdeki Ayasofya'nın kapılarını açacak ve fethin sembolünün ibadete açılması ile ikinci fetih gerçekleşecek.

FÂTİH’İN HEDİYESİ

Uzun Hasan, Fâtih Sultan Mehmet Han’a kutu içinde bir hediye gönderir. Kutu açılınca içinden akrepler ve yılanlar çıkar. Bunun üzerine Fâtih de Uzun Hasan’ın hediyesine karşılık olarak “En âlisinden bal gönderin” diye vezirlerine emreder. Bu durum vezirlerin şu soruyu sormalarına vesîle olur: “Padişahım neden böyle yaptınız?” Fâtih, şöyle yapar açıklamasını: “Herkes kendi yediğinden gönderir.”

KİM KÖR? KİM NANKÖR?

Bir gün Îsâ (as), iki gözü kör ve iki ayağı felçli bir adama rast gelir. Adam bir ağacın altında şöyle duâ etmektedir: “Ey nice hükümdarlara vermediği ni‘meti bana ihsân eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları adedince şükürler olsun!”

Hazreti Îsâ kötürüm adama yaklaşır ve der: “Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Buna rağmen çoğu hükümdarlara verilmeyen ni‘metlerin sana verildiğini düşünüp, büyük bir samîmiyetle şükretmektesin. Hangi ni‘mettir ki nice hükümdarlara verilmediği halde sana verilen?”

Adam: “Efendi, efendi!” der. “Allah bana öyle bir kalb vermiş ki, o kalble ona şükrediyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille onu zikrediyorum. Hâlbuki nice hükümdarlar var ki, bu ni‘metten mahrumdurlar.”

Kalb gözü açık olan bu adama Îsâ (as): “Gel seni şu görmeyen gözlerinden bir öpeyim” der. Îsâ (as) adamın gözlerinden öpünce gözleri açılır.

Karşısındakinin Îsâ (as) olduğunu görünce heyecanlanan adam: “Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifâlar bahşeden mu‘cizelerin sâhibi peygamber değil misin?” der.

Îsâ (as): “Belli olmuyor mu?” der. Adam: “Gözlerimden belli oluyor da, ayaklarımdan hâlâ belli değil!” cevabını verir.

Tebessüm eden Hz. Îsâ: “Kalk yürü Allah’ın izniyle!” der. Adam kalkar ve yürür. Artık ayakları da iyi olmuştur.

Birkaç adım gittikten sonra ilk sözü şu olur: “Ey Allah’ın Nebîsi! Sendeki bu mu‘cizeleler de ondan değil mi? Öyleyse geç kalmayayım. Ona bir şükredeyim!” der ve öyle bir secdeye kapanır ver der ki:
“Yâ Rabbî! Ben zikreden bir dilin, şükreden bir kalbin bile şükrünü yerine getirmekten âcizken, şimdi sen bana gözlerimle ayaklarımı lütfettin. Bunların şükrünü ben nasıl ödeyeceğim?”

23 Aralık 2008 Salı

Bekāyı hak tanıyan, sa‘yi bir vazîfe bilir;
Çalış çalış ki, bekā sa‘y olursa hak edilir.

(Âhiret hayâtına inanan, çalışmayı bir vazîfe bilir. Çünkü âhiretteki saâdet, ancak çalışarak hakedilir.)

Mehmed Âkif

21 Aralık 2008 Pazar

BİR TÜRK OLARAK HİÇBİR ERMENİDEN HİÇBİR ŞEKİLDE ÖZÜR DİLEMİYORUM.
ASIL ONLAR YAPTIKLARI KATLİAMLARIN -HOCALI KATLİAMI BAŞTA OLMAK ÜZERE- HESABINI VERSİNLER. TARİHİ ARAŞTIRMADAN ŞANLI TÜRK TARİHİNİ, ATALARIMIZIN YÜKSEK KİŞİLİKLERİNİ KİRLETMEYE ÇALIŞIYORLAR. ÜSTELİK BUNLARIN ARASINDA UYRUĞU TÜRK OLAN İNSANLAR DA VAR Kİ EN ÇOK ÜZÜCÜ OLAN DA BU. AMAÇLARINA ASLA ULAŞAMAYACAKLARINI DA ANLAYACAKLAR BİR GÜN.
KAMPANYAYI BAŞLATANLARI, DESTEK OLANLARI ESEFLE KINIYORUM.

BAY DÖRT İŞLEM

Bay Dört İşlem, hayatı boyunca hırsla sâdece ama sâdece dünyaya çalıştı.
Hep mal topladı, mal çarptı. Bu arada çok da can yaktı. Dünyada hiç sevmediği işlem, bölme ve çıkarmaydı. Ne var ki o da herkes gibi ölümü tadıcıydı. O ölünce, vârisleri Bay Dört İşlem’in mallarını önce böldüler, sonra elden çıkardılar. Şu dörtlük de bize ibret kaldı:
Hiç çıkarma bilmezdi.
Hep topladı ve çarptı.
Bölme işlemini de
Sonra vârisler yaptı.

AKILLI İNSAN

Bir bilgeye sormuşlar: “İnsanın zekâsını nereden anlarsınız?” “Konuşmasından!” diye cevab vermiş bilge. “Ya hiç konuşmazsa?” demişler. “O kadar akıllı insan yoktur ki!” karşılığını vermiş.
Yılda bir kurban keserler, halk–ı âlem ıyd içün
Ben senin saat–be–saat, dem–be–dem kurbanınam.

(İnsanlar yılda bir kere bayram için kurban keserler. Ey Rabbim! Ben senin, her saat, her an kurbanınım.)


Fuzûlî

GÜZELLİK ŞÜKÜRLE EBEDÎLEŞİR

Mâdem her güzel, güzelliğini sever, elinden geldiği kadar muhâfaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve mâdem güzellik bir ni‘mettir. Ni‘mete şükredilse ma‘nen ziyâdeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette güzelin aklı varsa, hüsn-ü cemâlini (güzelliğini), günahları kazanmak ve kazandırmaktan ve çirkin ve zehirli yapmaktan ve o ni‘meti küfrân ile medâr-ı azab (azab sebebi) bir sûrete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fânî, beş-on senelik cemâli bâkîleştirmek için, meşrû‘ bir tarzda isti‘mâl ile (kullanmakla), o ni‘mete şükredecek.
Yoksa ihtiyârlıkta uzun zaman istiskāle ma‘rûz kalıp (soğuk muâmele görüp), me’yûsâne (ümidsizce) ağlayacak ve kabrinde çok günahları kazanan ve kazandıran o çıplak bacakları yılan sûretinde görünecek ve cehennemde o çirkinleşmiş güzel a‘zâlarının yanmalarının azablarını çekecek. Eğer terbiye-i İslâmiye dâiresinde, âdâb-ı Kur’âniye zînetiyle (Kur’ân’ın edeblerinin süsüyle) o cemâl güzelleştirilse, o fânî hüsün (güzellik), ma‘nen bâkî kalacağı ve cennette hûrilerin cemâlinden daha şirin daha parlak bir tarzda kendine verileceği, hadîste kat‘iyetle sâbittir.
Eğer o güzelin zerre mikdar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak.
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne,
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne.

M. Âkif

DÜNYANIN YEDİ HÂRİKASI

Bir grup öğrenciden dünyanın yedi hârikasının neler olduğuna dâir liste yapmaları istenir. Aralarında anlaşmazlıklar çıkar ama aşağıdakilerde karar kılarlar: 1. Mısır’ın büyük piramitleri, 2. Taç Mahal, 3. Büyük Kanyon, 4. Panama Kanalı, 5. Empire State Binâsı, 6. St. Peter Bazilikası (St. Peter’s Basilica), 7. Çin Seddi
Öğretmen oyları toplarken sessizce duran bir kız öğrencisinin kâğıdını vermemiş olduğunu fark eder. Sonra öğrencisine hazırladığı listeyle ilgili bir problem olup olmadığını sorar. Öğrenci:
“Evet, biraz. O kadar çok şey var ki, bir türlü karar veremiyorum!” der. Öğretmen: “Peki, söyle bakalım; senin listende neler var?” diye sorar. Kız öğrenci önce duraksar ve sonra okumaya başlar:
“Bence dünyanın yedi hârikası: 1. Görmek, 2. İşitmek 3. Dokunmak, 4. Tatmak, 5. Hissetmek, 6. Gülmek, 7. Sevmek, odada sinek uçsa sesi duyulacak bir sessizlik olur.
Basit, sıradan ve normal sayıp gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler. Samîmî bir hatırlatma: Hayattaki en değerli şeyler, satın alınamayanlardır!
Tevâzu‘ ile gelsin, kimde erlik var ise;
Merdivenden iterler, yüksekten bakar ise.
Kim ki yüksekte gezer, er geç yolundan azar;
Dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise.


Yûnus Emre

HZ. ALİ (RA)

İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin Hz. Ali’ye (ra) duyduğu hayranlığı dile getiren şöyle bir rivâyet vardır: Adamın biri Hz. Ali (ra) hakkında ileri geri konuşup şöyle dedi: “Hz. Ali (ra), kimseye aldırış etmediği için, insanlar ondan kaçmışlardır.” Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî (ra), şöyle dedi: “Hz. Ali’de dört haslet vardır ki, bu hasletlerden biri bile insana başkasına aldırış etmeme hakkını verir. Hz. Ali (ra), zâhid idi, zâhid dünyaya ve dünya ehline aldırış etmez. Hz. Ali (ra), âlim idi, âlim de kimseye aldırış etmez. Hz Ali (ra), kahraman idi, kahramanlar da kimseye aldırış etmez. Hz. Ali (ra), şerefli idi, şerefliler de kimseye aldırış etmez.”

DİL BİR YAYDIR

Dilin söylediği bir söz, yaydan fırlayan oka benzer. Atılan ok geri dönmez. İleriyi gören seli başından bağlar.
O coşkun sel, baştan bağlanılmadıysa, şüphesiz geçtiği yerleri harâb eyler.
Ey dil, sen hem tükenmez bir hazine, hem de devâsız bir derdsin.

Mevlânâ

Hoşca bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm dîde-i ekvân olan âlemsin sen.

(Ey insan, kendini iyi tanı. Çünkü sen âlemin özüsün ve kâinâtın gözbebeği kıymetinde bir âlemsin.)

Şeyh Gālib


BİR ÖLÇÜ

Hz. Ömer (ra) bir grup sahâbeyle Şam’a teftîşe gidiyordu. Yolda Şam bölgesinde ciddî bir vebâ salgını olduğunu öğrendiler. İstişâre sonucu Şam’a uğramadan Medîne’ye geri dönmeye karar verdi. Halîfenin Şam’a gelmesini harâretle bekleyen Şam vâlisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh (ra) bu karara üzüldü ve Hz. Ömer’e (ra): “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer cevâben şu ma‘nîdâr cevabı verdi: “Ebû Ubeyde, keşke bu sözü senden başkası söyleseydi. Evet biz Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz.”

Buhârî

CİMRİ

Meşhur Cimri Paşa, atlar için arpa alınması gerektiğini söyleyen seyislerine kızar ve her seferinde “Lâ Havle” çekermiş. Bir gün atları dermansızlıktan yığılıp kalınca, hiddetle sormuş. “Atlarıma ne oldu?” Seyis cevabı yapıştırmış: - Ne olacak efendim, “Lâ Havle” yiye yiye “Ve Lâ Kuvvete” oldular. (kuvvetsizleştiler, yani öldüler).

20 Aralık 2008 Cumartesi

CENNETİ BEDÂVÂYA GETİRDİ

Necip Fâzıl vefat etmiş… Eyüp’te kabri başında vasiyeti okunuyor: “Şimdi sıra en büyük dileğimde: Her ferdin, herhangi bir kifâyet hesabına yanaşmaksızın benim kaza borcuma karşılık niyetiyle bir günlük (beş vakit) namazı kılması ve yine bir gün oruç tutması… Her ferdin en aşağı yüz tevhîd kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi… Yetmiş bine dolması lâzım…” Orada bulunanlardan Osman Yüksel Serdengeçti hem üzülüyor, hem ağlıyor, titriyor; hem de şu şekilde söyleniyor: “Helâl olsun be üstâd! Sonunda cenneti de bedâvâya getirdin!”

Kendi kendine ettiğin âdem
Bir araya gelse edemez âlem

(İnsanın kendi kendine ettiğini, âlem bir araya toplansa o insana edemez.)


İkinci Bâyezîd

İşbu söze Hak tanıktır. Bu can gövdeye konuktur.
Bir gün ola çıka gide. Kafesten kuş uçmuş gibi.

Yûnus Emre
Bütün dünya benim olsa, gamım bitmez nedendir bu?
Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.

Yavuz Sultan Selîm Han
Bil kendini sen, Allah'ı bilmekse murâdın
Kim nefsine ârifse, odur ârif-i billâh.


(Allah'ı bilmek istiyorsan önce kendini bilmelisin. Kim kendi nefsini tanırsa Allah'ı da tanır.)


Lâ Edrî

Ârif isen bir gül yeter kokmağa
Câhil isen gir bahçeye yıkmağa.

Lâ Edrî
Amân lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir
Anın çün âşıkın zikri "amân"dır yâ Resûlallah

( "Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Bu yüzden "amân" diye zikreden âşık aslında "Muhammed" demektedir.)

Mechûl Âşık