24 Ocak 2009 Cumartesi

Yâ İlâhenâ! Senin Peygamberin, Hz. Muhammed (asm) senden hayır nâmına her ne dilemiş ise, biz de istiyoruz. Bize de ihsan eyle. Ve Senin Peygamberin Hz. Muhammed (asm) hangi şeyden sana sığınmış ise, biz de ondan sana sığınıyoruz. Bizi de muhâfaza eyle!

AMİN

20 Ocak 2009 Salı

Biz bir harâmı işlememek için, kırk tane helâli terkederdik.

Hz. Ebûbekir (ra)

17 Ocak 2009 Cumartesi

Yâ İlâhî! Bize îmânı sevdir ve kalblerimizi onunla süsle! Küfrü, yoldan sapmayı ve isyânı bize kötü göster ve bizi doğru yolda bulunanlardan eyle!


AMİN

9 Ocak 2009 Cuma

Bir Leyla düşlemesidir aşk...


Bir Leyla düşlemesidir aşk. Yanmaktır bir gülün kırmızısında, türküler yakmaktır sevgiliye. Gün batımlarında tutulan sevdaları gün doğumlarında aramanın adıdır aşk. Seherlerde bülbülün yanık nağmelerinde gül hasreti çekmektir; güle rengini veren, yüreğini veren bülbül olmaktır aşk.
Ve biz şimdi büyüsü kaybolmuş zamanlarda aşkın peşine düştük. Pazar pazar gezinen Zeliha olduk aşkımıza bir Yusuf bulmak için. Yusuf, esrarını gizleyen ebedi iffetti.
Mecnun'a özendik sevdamızı bir Leyla'ya yüklemek için. Leyla bir ışıktı, ab-ı hayattı aşkı filizlendiren.
Ferhat olup Şirin'ler hatırına gönül kazmasını yamaç yüreklere vurmak istedik. Şirin, gönül aynasında aşkı büyüten bir suretti.
Bitmeyen özlemler büyütüyoruz bağrımızda. Leyla'ya, Şirin'e, Aslı'ya adadığımız yüreklerimiz vardır. Suretten öte aradığımız bir yâr vardır. Yârin adıyla yan yana bilinsin istediğimiz adlarımız vardır.
"Aşk" ile "ilgi duyma"nın karıştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Artık güllerimiz Leyla kokmuyor, sevda kokmuyor. Aşkın ilk basamağına dahi çıkamadık. Tutkulara takılıp kaldık. Dergâha gelen delikanlıya şeyhin "Sen git, âşık ol da gel, aşkı bil de gel!" dediği kadar dahi olsa, yüreklerimize işleyemedik aşk nakışını. Gönül toprağına atamadık aşk tohumunu. Nadasa bırakılmış yüreklerimize bir Leyla tohumu düşmedi.
Biz ölümsüz ve günahsız aşklara değil, günübirlik sevdalara takılıp kaldık. Cismaniyetin ağında ateş böceklerini yıldız sayanlar gibi, tutkuları aşk sandık. Talihsiz yanılgılarla yanlış ateşlerde yandı ruhumuz.
Sonu "kaf"la biten, "aşk"ta kalb vardır. Kaf, kalbidir aşkın. Aşkın kalbini çıkarıp aldığınızda geriye "aş" (k) kalır, ceset kalır, madde kalır.
Mecnun'un aşkına özenip de yürüdüğümüz yollar, çöl değil. Oysa aşk, çölde haz verir insana. Kalb, çöl yanmışlığında kanıyorsa aşk vardır. Aşk, yanmışlıkla daha bir lezzet verir aşığa. Susuzluktan çatlayan dudaklardan dökülen Leyla adı, cânân adı, can verir ölür ruhlara. Çölde ceylanların sürmeli gözlerinde Leyla'yı görenler, aşka uyanır seherlerde. Ve aşkın büyüsü örülür seherlerde. Toprak öperken alınlarımızdan, aslında Leyla'dır buseler konduran.
Bizim seherlerimizde ceylanlar yok artık. Biz seherlerimizi uykulara feda ettik, göremiyoruz Leyla bakışlı ceylanları. Üstümüze güneşler doğar oldu. Geceler boyu yıldızlarla söyleşip de onlara elveda diyemedik gün doğumlarında. Biz, ceylanların gözlerini öpemedik, bu gözler Leyla'nın gözlerine benziyor diye. Uykulara feda ettiğimiz seherlere ağlayamadık. Leylasızlığa akmadı göz yaşlarımız.
Biz sevemedik yaratılanı Yaratan'dan ötürü. Yunus mektebinde diz çöküp okuyamadık aşk kitabını.
Oysa, varlığın özünde sevda hamuru vardı. O hamuru besleyen aşkın pişmanlık gözyaşı vardı. Adem ile Havva'dan dökülen. Şimdi ezeli pişmanlıklara değil, günübirlik sancılara akar oldu gözyaşlarımız.
En sevgiliye iltifatlar vardı sevgililer sevgilisinden, "Ben sana âşık olmuşam ey şerif!" hitabının tatlı sıcaklığı vardı. "Levlake..." hitabıyla başlayan bin bir renkte iltifatlar vardı. Âşık ile mâşûkun ezelde yazılı, göklerde yan yana asılı adı vardı.
Aşk medeniyetinin sevda pazarında, gönlümüzü bir Leyla'ya, son Leyla'ya, en Leyla'ya sunmanın hesabındayız. Yere göğe sığmayan Sevgililer Sevgilisini gönül Kâbe'sinde misafir etmenin telaşındayız. Misafirlikler bir olmak içindir, tek olmak içindir.Tıpkı kapısına gelen âşıkına seslenen sevgilinin tek olma hayali gibi.
"Kimsin?" diye seslenir kapısını çalana. Aşka tutulan âşık "benim" der. Ve tekrar seslenir sevgili. "Burada iki kişiye yer yok. Gönlüm teki arzular." Tekrar kapının tokmağına dokunan ve ısrarından vazgeçmeyen âşık, benlik libasından sıyrılır. "Sen'im" der. Vahdete adım atar, bırakır ikiliği, küfrü bırakır, çokluğu bırakır. Sevdiğinde fânî olur. Aşkın bekâsını bulur.
Ebedî aşkı arzulayanlar, sevdiğinde fânî olup ölümsüzlüğe kucak açanlardır.
Ve sevenlerin dilinde sevilenlerin adı bayraklaşır. Dillerde hep Leyla kitabı okunur. Kulağa gelen her nağmede Leyla, esen her rüzgârda Leyla... Buram buram hep Leyla... Kuşların ötüşünde, güllerin kan kırmızı kıvrımlarında, göğün mavisinde, ağacın yeşilinde hep Leyla vardır. Yağmur damlaları vuslata koşar, düşer toprağa. Toprak, Leyla'sıdır yağmurun; toprağın Leyla'sı yağmur...
Mecnun'a adını sorarlar, Leyla der. Geldiği yeri sorarlar, gideceği yeri sorarlar yine Leyla, hep Leyla der. Hep aşk...
Gönlünü Leyla'ya kaptırmışların şafaklarında, güneşin ışıldayan çehresinde gamzeli tebessümler saklıdır. Dağların doruklarında hiç kaybolmayan beyazlıklar, Leyla'nın yüreğe serinlikler bahşeden sevdasıdır. Aşk, kar beyazı vefalar saklar bağrında.
Yüreğine yasak koyanlar, vefalara bezenmiş aşklarında ölümsüzlüğün kapılarını aralar. Gecenin mavi karanlığında yıldızlardan taç yapan âşıklar. Leyla durağında sevda yağmurlarıyla ıslanırlar.
"Cennet gözlüm" dediğimiz ve yarım kalmış yanımızı tamamlayan sevgiliyi alıp da yanımıza...
"Sen ey cenneti müjdeleyen Sevgili, Sevgilim!" deyip düşüp de peşine, tutunup da eteğine aradık mı hiç gecenin ve gündüzün Leylasını? Sevdanın ve Leyla'nın aşkına kaç gün doğumlarını sancıyla yaşadık? Gün batımlarında kaybettiğimiz Leyla'yı bir gülün kırmızısında bir bülbülün feryadında aradık mı hiç? Leyla'dan başkasını görmez oldu mu gözlerimiz?
Yanıklığıyla ve ceylanlarıyla kendisini aşka çağıran çöldedir Mecnun. Dolaşır bir baştan bir başa. Yüreğinden aşka ırmaklar akar çöl kumlarında. Gönlünü avutur. Dolaştığı günlerden bir gün... Fark edemez namaz kılan bir dervişin önünden geçtiğini. Leyla'dan başkasını görmeye yasaklı gözleriyle göremez, namaz kılan dervişi. Namaz biter. Kırk yıllık bekleyiş yükünü bilen derviş kızar Mecnun'a. Özür kuşanmış kelimelerin ardından, paslı vicdanlara bir hançer gibi, saplanan sözler dökülür Leyla kitabı okuyan dudaklardan. "Kusura bakma derviş baba, ben Leyla'nın aşkından seni göremedim. Ya sen, huzurunda bulunduğun Mevla'nın aşkından beni nasıl gördün?"
Aşk yanılgısıyla avunan yürekler sıtmaya tutulur. Yeni bir sevdanın, ezelî ve ebedî Leyla'nın eşiğinde aşka uyanır canlar, Leyla'ya uyanır. Vuslat kokan düşler Leyla'ya uzanır.

Alıntı

8 Ocak 2009 Perşembe

Hiç ellerin taşı bana değmez, ille dostun gülü yaralar beni.

Pir Sultan Âbdal
Kin güdenlerin gönlü, sırra mahrem olmaz.

Hâfız-ı Şîrâzî (rh)

DUÂ

Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir (kulluğun esâsıdır). Nasıl bir çocuk eli yetişmediği bir merâmını (arzusunu) elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî (fiil ile), ya kavlî (dil ile) lisân-ı acziyle bir duâ eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de, insan bütün zîhayat (hayat sâhibleri) âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdâr bir çocuk hükmündedir. Rahmânürrahîm’in dergâhında ya zaaf (zayıflığıyla) ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir. Tâ ki, makāsıdı ona müsahhar olsun (itâat ettirilsin) veya teshîrin (itâat ettirmenin) şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle bu kābil-i teshîr (itâat ettirilmesi mümkün) olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum ve fikir ve tedbîrimle kendime itâat ettiriyorum” deyip küfrân-ı ni‘mete (nankörlüğe) sapmak, insâniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

Sözler
Savm ü salât ü hacc ile zâhid biter sanma işin!
İnsân-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş.


(Sâdece oruç, namaz ve hac ile takva sahibi insan olunmaz. Hakîkî olgun insan olmak için irfân lâzımdır.)


Niyâzî

7 Ocak 2009 Çarşamba

İlahî! Bize ve neslimize nûrunla hayat ver! Bizi ve neslimizi nûrunla yaşat! Ve o nûrunla öldür!
Ve bizi ve neslimizi, bize ihsânın olan nur-u nûrunla haşret!Lütfet! Kerem kıl!
Hatalarımızı ve seyyiâtımızı mağfiret eyle! Ve bizi, başında Habîb-i Zîşân'ın ( asm ) olan fırka-i nâciye-yi kâmileye ilhâk et!
Âmin! Âmin! Âmin!

5 Ocak 2009 Pazartesi

YÛNUS EMRE’DEN

Az söz erin yüküdür Çok söz hayvan yüküdür
Bilire bir söz yeter
Sende hüner var ise

BAMBAŞKA BİR TABÎB

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir akıl hastahânesinin önünden geçerken bir tabîbin havanda ilaç dövdüğünü görmüş. “Çok günahkârım, benim hastalığım için de ilacınız var mı? ” diye tabîbe sormuş: Hastahânenin tabîbi daha cevap vermeden, konuşmaları dinleyen bir akıl hastası pencereden Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine doğru şöyle seslenmiş:
“Ey kardeş, tövbe köküyle istiğfar yaprağını karıştır. Kalp havanında kuvvetli îmân tokmağıyla döv. İnsâf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur. Aşk fırınında pişir ve sabah akşam bol bol ye. Göreceksin, inşâallâh hastalığından eser kalmayacak!”
Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin gözleri dolmuş ve şöyle demiş:
“Yâ Rabbî! Şu dünyâ hastahânesinde ne tabîbler var!..”

4 Ocak 2009 Pazar

NEME LÂZIM

Kanunî Sultan Süleyman Han, Osmanlı Devletinin en yüksek seviyelere çıkdığı bir devrin pâdişahıdır. Ama, “Günün birinde Osmanlı da inişe geçer mi, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür. Bu endişesini aynı zamanda süt kardeşi olan meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye açmaya karar verir. Yahyâ Efendi’ye bir mektup gönderir:
“Sen ilâhî sırlara vâkıf birisin. Osmanlı’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” diye özetler endişesini.
Pâdişahtan gelen mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevâbı ise: “Neme lâzım be Sultanım!” şeklinde gāyet kısa olur.
Topkapı Sarayı'nda bu cevâbı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir ma‘nâ veremez, endişesi daha da artar. “Acabâ bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” diye düşünür. Kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider.
Sitemle: “Ağabey, ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, suâli ciddiye al!” diyerek, suâlini tekrar sorar.
Yahyâ Efendi duraklar: “Sultanım, sizin suâlinizi ciddiye almamak kābil mi? Ben suâlinizin üzerine iyice düşündüm ve kanâatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sâdece: ‘Neme lâzım be sultânım!’ demişsiniz.”
Yahyâ Efendi bunun üzerine ibret dolu şu sözleri söyler:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyûka çıksa, işitenler de ‘Neme lâzım’ deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler de ‘Neme lâzım’ deyip bunu söylemeyip sussalar, gizleseler; fakirlerin, muhtaçların, kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazînesi boşalır, halkın i‘timad ve hürmeti sarsılır. Âsâyiş ve emniyete vesîle olan, itâat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.”
Ey nefis! Ne zamana kadar günahlardan zevk alacaksın? Tevbe tatsız değildir; onu da tat.

Bâbur (rh)

3 Ocak 2009 Cumartesi

Yâ İlâhenâ! İşlerimizin koruyucusu olan dînimizi bizim için ıslâh eyle, yaşayış ve geçim yerimiz olan dünyâmızı bizim için ıslâh eyle, dönüş yerimiz olan âhiretimizi bizim için bütün kötülüklerden kurtuluş kıl!

Âmin.