25 Haziran 2009 Perşembe
Hayırlı Kandiller
19 Haziran 2009 Cuma
HAMAM BÖCEĞi VE NAMAZ
Saat 21.30 suları olmuştu. 22.45 e saati kurdum içeri abimin odasına yatmaya gittim, annemlere de beni o saatte kaldırmalarını söyledim. Tabi o bitkinlikle ben o saatte kalkamamışım, annemler de kıyamıyorlar uyandırmaya kalkamayınca, öylece uyuyorum. Yine aynısı olmuş. Abim gelmiş yatmaya gece on ikiye gelirken, hatırlıyorum, kalkıp ben de kendi yatağıma geçtim, namazı kılmadığım geldi aklıma ama her yerim titriyor, başım çok felaket dönüyordu, yatağa uzandım ben de on, on beş dakika sonra kalkabilmeyi dileyerek…
Dalmış gitmişim…
Saat kaçtı bilmiyorum gece bir ara gözlerimi açtım; nasıl oldu, niye oldu bilmiyorum ama elime baktım. Aman Allah´ım bir de ne göreyim, hamam böceği elimin üzerinde! Yatağımda! Hadi elimi geçtim, yatağımın üzerinde hamam böceğinin ne işi var! Kaldı ki bizim evde hamam böceği de olmaz! Elimi silkeledim, bu gerçek mi, rüya mı, hayal mi anlam verememiştim. Sonra elimden düştü, yatağın kenarında olduğu halde yatağın altına girdi! O tiksinmeyle fırladım yataktan. Uyku sersemi lambayı açtım, yatağın altına, sağına, soluna baktım ama hamam böceğini bulamadım! Saate baktım tam 02.19 idi…
Yatağa tekrar girmeye cesaret edemedim, geçmişte her şeye(!) cesaret eden hanım efendi yatağa girmeye tiksinmişti! Bir vakitler Allah´tan korkmayan ben küçük bir böcekten korkuyordum! Kendime şaşırmıştım! Sonra yatsı namazı geldi aklıma; sahi ya ben yatsıyı kılmamıştım. Bir an duraksadım; uyku sersemi ve bitkinlik “namaz kılma, yat” diyordu bana sessizce. O ara aklıma o akşam okuduğum şu cümle geldi:
“Kasten bir vakit namazını geçiren ALLAH´ı sevdiğini iddia edemez! Bu sevgi yalandır”
Oysa ben Allah´ı sevdiğimi, çok sevdiğimi dile getiriyordum, hem Allah-u Teâlâ uyanıp kendime gelmeme küçücük bir böceği vesile etmişken kılmamak olmazdı.
Gittim abdest aldım, namaza durdum… Elhamdülillah!
Gecenin gündüzü örtmesi gibi, Allah da bu gecede günahlarımı örter miydi acaba? Gecenin sessizliğinde hamam böceğiyle aynı odada olduğumu, elime konduğunu çoktan unutmuştum bile…
Hatta ne kadar şükretsem azdı.
Allah ne kadar büyüktü, ne kadar Yüce´ydi, Ulu´ydu! Biz de ne kadar acizdik, güçsüzdük, yardıma muhtaçtık. Öyle ya hamam böceğine muhtaç olmuştum, Allah nasıl da kibirden koruyordu insanı. “Büyüklenme ey Esra” diyordu, “bak Seni BEN yarattım, istersem seni Azize yaparım, istersem de küçücük bir böceğe muhtaç yaparım. Büyük olan BENİM, Yüce olan BENİM, Sense ACİZ basit bir kulsun. İstediğin kadar saatleri kur kalkabilmek için namaza; anana babana bacına söyle seni kaldırmaları için, istersen dünyaları topla, dik baş ucuna, Eğer BEN nasip etmezsem, dilemezsem kalkamazsın aslâ! Acizliğini bilip, dua edersen eğer, güçsüzlüğünde BENİM kudretimi hatırlarsan, BENDEN istersen, BENDEN dilersen; KÜÇÜCÜK BİR BÖCEĞİ SANA HİZMETKÂR YAPARIM, olmayacakları oldururum, seni namaza kaldırırım! Yeter ki sarıl sımsıkı BANA! Başka kapı yok, başka yol yok, başka huzur dolu aguş yok, Bir tek BEN varım, Bana yönel ki huzura er, mutluluğa kanat çırp!” ve daha neler, neler…
Dünya bizim için yaratılmıştı, biz de Allah için. Her şeyi ama her şeyi kullanmak, Allah için doğru yolda kullanmak irademizde olan bir şeydi belki de. En küçüğünden, en büyüğüne faydasız hiçbir şey yoktu dünyada! Allah her şeyi bizim için halketmişti! Kullanımımıza sunmuştu, ama biz kendi özümüze olduğu gibi, dünyadaki varlıkların da özlerine yabancıydık! Bir hamam böceğini Allah için sevemiyorduk, tiksiniyorduk, “o da neydi öyle kara küçük bir şey!” diyorduk ve bunu gibi niceleri…
Oysa henüz yaşamıştım, nasıl da faydasını sunmuştu ömrüme! Ben de faydalıyım dercesine, sanki elimden tutup kaldırmıştı namaza… Vay be dedim işte o an, bir hamam böceği ne işler başarıyor Allah´ın izniyle!
Bir şeyleri daha yine görüyordum yaşamda… Hayattaki çoğu şeyi beğenmemekle aslında Allah´ın yarattıklarını, sonuç itibariyle de Allah´ı beğenmiyorduk. Allah´ın hikmetlerini göremiyoruz diye, illaki kötülemeye gidiyorduk, hani TAM TESLİM olabilsek Allah´a bu neden böyle demeye vakit bulamayacaktık. Allah´ın güzelliklerinden sarhoş olmuş bir şekilde, dilimizde HAMD, kalbimizde aşk-ı muhabbet; ömrü huzur, hûşû içinde geçirecektik. Hamam böceğine baktığımızda Allah´ın nasıl da mükemmel olduğunu okuyacak, kendimizin acizliğini hatırlayacak ve Allah isterse ona nasıl da muhtaç olabileceğimizi dillendirecektik.
Kur´an ayetlerinde küçücük bir SİNEĞİ misal veren Allah-u Teâlâ, şimdi de o ayetleri hatırlatırcasına hamam böceğini gösteriyordu bana… Her şeyi bilen Allah idi. Âlim olan Allah´tı. O nasip etmezse bir şey bilmemize imkân yoktu!
Gecenin bir yarısı sarıl diyordu BANA; Kur´an´a, Sünnet´e…
“Ey insanlar bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin! Haberiniz olsun ki sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek yaratamazlar, hepsi onun için bir araya gelseler bile; şayet sinek onlardan bir şey kaparsa onu ondan kurtaramazlar; isteyen de güçsüz, istenen de! Hac Suresi 73. Ayet”
Hamam böceği Allah´ın BİR´liğini tekrar tekrar vurguluyordu gece yarısı… “Nefsî bütün putlarını kır, yok et; Allah´a secde et” diyordu… “La İlâhe İllallah Muhammeden Resulullâh” sırrı sessizliğe hoş bir seda katıyordu!
Sabah ezanını da bekledim, namazı kılıp yattım. Hamam böceğinin yatağın altında olma olasılığı hiç mi hiç umurumda değildi, görseydim aslında şöyle bir bakardım, “EyvaAllah” derdim. Hem Allah kaderimize ne yazmışsa onu yaşayacaktık, kaçarı yoktu! Ölüm mü gelecekti; bir vesile mutlaka olmalıydı; nedendi ki o zaman vesilelerden korkuş, kaçış… Belki bir sineğin taşıdığı mikrop girecekti kanımıza, belki araba altında ya da bir başka şekilde… Ötesi yoktu… Biz Allah´ındık, bu can emanetti, Allah dilediği şekilde muamele ederdi… Önemli olan rızasını kazanmış olarak ölebilmekti. Allah´ın gücüne gitmeyecek, Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellemin gücüne gitmeyecek şekilde bir ömür sürebilmekti…
Allah bizi yolunda daim eylesin, her şeye Allah´ın yarattığı varlık olarak bakabilmeyi nasip etsin inşaAllah. Ömrümüzü O´nun rızasını kazanmak için tüketmeyi, nefsimize köle olmamayı nasip etsin… Öldüğümüzde ardımızdan hayır dua gönderen bir ordu bıraksın inşaAllah. Samimi olmayı ve dâhi tüm güzelliklerini, sırrını nasip etsin!
Âmin.
Bu arada artık hamam böceklerini de çok seviyorum, çok sevimli hayvanlar :)
Beyazî… 18 Haziran 2009 Perşembe
25 Mayıs 2009 Pazartesi
HZ. ALİ’NİN (RA) BİR DUÂSI
Delil ve burhânlarımızı, hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç, dilimizi doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle!
23 Mayıs 2009 Cumartesi
``LEYLA ile MECNUN``
.jpg)
Bir bütün idim ben Leylâ ile. Sense Leylâ'yım diyorsun. Sen Leylâ isen eğer, beni yakmaya hayalin yeter, takatim yok sana kavuşmaya. Varlığı olmayan bir zerreye aynadan ne fayda? Canım gideli hayli zamandır, cismimdeki bir başka candır; bir özge candır.
Sensin beni benden ayıran, uzaklaştıran. Ben yokum, senin tecellin var. Vuslatının ağır yükünü kaldıramam ki. Önceleri sen vardın, şimdi ben yok oldum. Manevi dünyamda dostum daima sensin. Dış görünüşe değer verme bahsi ortadan kalktı artık. Gönül çok önceleri sana koştu, canım seninle gitti. Şimdiki canım Leylâ'ya değil, Mevlâ'ya yönelik. Bir'lik yolunda seninle olamam, yanarım.
Şimdi, gözümün nuru, gönlümün aydınlığı!..
Ben maskaralığa nam salmışım, bari sen bu yola girme. İçinden çıkma namus perdesinin. Mecnun olan benim; bana yaraşır delilik, kınanmışlık.
Şimdi git aşk töresini, aşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma.
Git şimdi , Ey Vefalı! Açtırma kötü söz arayanların dudaklarını; sakız verme dedikodu arayanların ağızlarına. Beni aramaya çıktığını aleme bildirip deliliğine ferman yazdırma.
Kimse seni burda görmeden git. Ben ki varım; sen içimdesin, bunu bil!..
Leyla ile Mecnun'dan İskender Pala
22 Mayıs 2009 Cuma
19 Mayıs 2009 Salı
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır. En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyecegine karar verir.
Bütün komşuları yardıma çağırır.
Her biri, birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek ne olduğunu farkedince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.
Birkaç kürek toprak daha attiktan sonra, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş birşey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerimize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile.
Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.
Silkelenin ve biraz yukarıya çıkın.
Alıntı
18 Mayıs 2009 Pazartesi
MERAK ETTİNİZ Mİ?
TAHRÎBÂT VE TA’MÎRÂT
Evet doğrudur. Bizim bir insana kısa bir zamanda anlattığımız İslâmî, îmânî hakîkatler 10 gr. bal gibidir. İnsanın İslâm’ı yaşamayan çevresinden dâimî bir şekilde ma’rûz kaldığı etkilenme ise 10 kg. sirke gibidir. Çevrenin olumsuz te’sîri bu güzel te’sîri yok etmese de yok hükmüne getirebilir. Bunun için, kendisini düzeltmek isteyen birisinin yapacağı ilk iş, arkadaş çevresini değiştirmek ve nasıl birisi olmak istiyorsa o tarz insanlarla arkadaşlık etmek olmalıdır.
14 Mayıs 2009 Perşembe
13 Mayıs 2009 Çarşamba
HZ. ÖMER'İN (RA) DUASI
Yâ İlâhî! Katılığımı yumuşat, cimriliğimi cömertliğe çevir, zaafıma kuvvet ihsân buyur.
Yâ İlâhî! Yaşım bir hayli ilerledi, kuvvetim tükendi, yardımcılarım da dağıldı. İfrât ve tefrîte girmeden, kulluk vazifemi ihmal etmeden ruhumu al!
Yâ İlâhî! Gaflet içindeyken canımı almandan, beni gaflette bırakmandan be gâfillerden olmaktan sana sığınırım.
Yâ İlâhî! Emrinde bizleri sâbit-i kadem(ayağımızı sâbit) kıl ve bizi koru.
AMİN
9 Mayıs 2009 Cumartesi
Bülbül ile Bağban
Bir sabah ne görsün!.. Bülbülün biri gülün dalına konmuş, yapraklarını bir bir koparıyor, zedeleyip yaralıyor. Önce bülbülü kovaladı. Ama gülü boynunu bükmüş, mahzunlaşmıştı. Ertesi sabah gül ile bülbül arasında aynı hadisenin yaşandığını, gülün daha kötü hırpalandığını gördü. Bu sefer bülbüle kastetmek istedi. Ama bülbül uçup gitmişti. Bahçıvan güle bakıp bakıp ağladı. Üçüncü gün bülbül yine gelecekti. Ona bir tuzak kurdu, bülbülü yakaladı. Ne çare bülbül tuzağa düşesiye kadar gülün bütün yapraklarını yok etmişti, sevgiliye kıymıştı. Üstelik de girdiği kafesten bahçıvana şöyle diyordu:
- A insafsız adam!.. Sana ne yaptım ki beni kafese kapattın? Eğer sesimi beğendiğin için beni hapsettiysen ben zaten senin bağının bülbülü değil miyim?!.. Eğer başka bir suç işlediysem bunu bilmek elbette benim hakkımdır, söyle, neden bu kafesi bana reva gördün?
Bahçıvan olup biteni anlattı, gülünü kopardığı için kendisini cezalandırdığını söyledi. Bu sefer bülbül sesini daha da yükseltti:
- Yani şimdi sen, yalnızca bir iki gün içinde solacak bir gülü telef ettim diye mi bunu bana reva gördün?.. Bunun için mi hürriyetimi kısıtladın?!.. Bu seninki adalet midir?!..
Bağcı merhamete geldi, bülbülü bıraktı. Özgürlüğüne kavuşan bülbül bahçıvana şöyle dedi:
- Ey iyi kalpli âşık, mademki sen bana hürriyetimi verdin, ben de sana hazine vereyim. Bahçenin falanca yerini kaz.
Bahçıvan orada bir küp altın buldu. Sevindi, yeni gül bahçeleri yapmaya ahd etti. Bu arada bülbülü affetti, her seher şakıyışlarını lezzetle dinlemeye başladı. Ve bir sabah merakını yenemeyip ona sordu:
- Bahçemdeki hazineyi toprak altındayken biliyorsun da gül dalının yanına kurduğum kapanı gözünün önündeyken nasıl bilmedin?
- Senin kapanın kaza ve kaderin gereğiydi, diye başladı söze bülbül. Kadere karşı hikmet gözü kapanır. Kişi ne kadar açıkgöz olursa olsun kazaya karşı kördür.
İskender Pala'nın bir makalesinden...
8 Mayıs 2009 Cuma
4 Mayıs 2009 Pazartesi
SAMÎMİYETİN BEDELİ
“Böyle bir yerde bu çiçeğin ihtiyacını gören bir Yaratıcı şübhesiz beni de görür, benim ihtiyacımı da giderir!” diye tefekküre başladı. Olduğu yerde diz çöküp bütün kalbiyle duâ etti.
Sonra da yeni bir kuvvetle yola koyuldu. Az zaman yine yolu bulamamış hâlde yürüdükten sonra, çalılığın kenarında bir keçi yolu farkedip o yolu ta‘kîb ederek gideceği yere vardı.
Ümit; hayatın kaynağıdır. Bizi Yaradan, koruyup gözetmektedir de aynı zamanda. Yeter ki O'na sığınmasını bilelim, O'ndan yana ümidimizi kaybetmeyelim.
28 Nisan 2009 Salı
Yâ İlâhenâ! Bize bu yolculuğumuzu kolay, uzaklığını yakın kıl!
Yâ İlâhenâ! Yolculukta arkadaş ve âilede vekîl(imiz) Sensin.
Yâ İlâhenâ! Yolculuğun meşakkatinden, (yolculuğumu esnasında) hüzünlü manzaradan ve mal, âile ve evlâdımızda (muhtemel) kötü değişiklikten Sana sığınırız.
20 Nisan 2009 Pazartesi
İrfan Takvimleri
Bu adresten indirebilirsiniz.
http://www.irfantakvimleri.com/1429/program.php
deniz
16 Nisan 2009 Perşembe
Ecel geldiğinde terk edecek ne kadar az şey var ise "Lebbeyk!" diyerek ölüme o derece çok kucak açılabilir. O halde varlığınız çoğaldığı oranda onu hayır yolunda azaltınız ki yolculuklarınız kolay olsun. Çokluğun derdi elbet çok olur; yokluk kapısında nefis de yok olur. Yunus ne güzel söylemiş:
9 Nisan 2009 Perşembe
7 Nisan 2009 Salı
Hâfız-ı Şîrâzî
4 Nisan 2009 Cumartesi
BEDBAHTLIK VE MUTLULUK
1- Geçmiş günahları unutmak; halbuki onlar Allah katında kayıtlara geçmiştir.
2- Geçmiş iyilikleri hatırlamak; halbuki onların kabul edilip edilmediği bilinmemektedir.
3- Dünyalık mal varlığı olarak, kendisini daha iyi durumda olan kimseyle kıyaslamak.
4- Dinî yaşantı olarak, kendisini daha aşağı seviyede olan kimseyle kıyaslamak.
Halbuki Allah, "Ben onu diledim fakat o beni dilemedi; bu yüzden ben de onu terkettim" buyurmaktadır.
Mutluluğun alâmeti de dörttür:
1- Geçmiş günahları hatırlamak
2- Geçmiş iyilikleri unutmak
3- Dinî yaşantı olarak, kendisini daha iyi durumda olan kimseyle kıyaslamak
4- Dünyalık mal varlığı olarak, kendisini daha aşağı durumda olan kimseyle kıyaslamak
3 Nisan 2009 Cuma
1 Nisan 2009 Çarşamba
PRENS BİSMARK DİYOR Kİ:
Lâkin Muhammedîlerin (Müslümanların) Kur'ân'ı, bu kayıddan âzâdedir (bu kaydın dışındadır). Ben Kur'an'ı her cihetten tedkîk ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Sana muâsır bir vücûd (aynı asırda yaşayan birisi) olamadığımdan dolayı müteessirim yâ Muhammed(asm)!
Edeb ya huu!
Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep
Laedrî
23 Mart 2009 Pazartesi
MECNUN VE DERVİŞ
'Kusura bakma derviş baba, ben Leyla'nın aşkından seni göremedim. Ya sen, huzurunda bulunduğun Mevla'nın aşkından beni nasıl gördün?'
Yaptığımız ibadetlerin içini doldurabilmek duasıyla...
19 Mart 2009 Perşembe
16 Mart 2009 Pazartesi
Kimsesiz kaldım yetiş ey Kimsesizler Kimsesi.
Ruşenî
15 Mart 2009 Pazar
Derd çok, hem-derd yok, düşman kavi, tali zebun.
(Dost pervasız, felek acımasız, dünya karışık.
Dert çok, derdi paylaşacak yok, düşman güçlü, talih ise güçsüz)
Fuzuli
13 Mart 2009 Cuma
DİNÎ DEYİMLER VE TERİMLER
- Azze ve Celle-: Aziz ve Celil olan Allah, her türlü saygıya lâyık yüce Allah.
- Celle celâluh-: Büyüklüğüne sınır olmayan.
- Celle şânuh-: Şanı yüce olan.
- Celle zikruh-: Kendinden bahsetmek şeref olan.
- Subhânehû-: Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ile tesbih ederim.
- Teâlâ-: Yüce olan, yücelikte dengi bulunmayan.
- Zül celâl-: Celâl sahibi, azametli, büyük.
- Zül kemal-: Kemal sahibi, en mükemmel.
12 Mart 2009 Perşembe
Lâ tahzen...
Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki...
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki... Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki... Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme!
Seni bir "İşiten" var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O'nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: "Lâ tahzen, innAllahe meânâ."
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. "Rabbin sana küsmedi ki..." Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. "Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki..."
Senai Demirci
(http://www.senaidemirci.net/yazilar.php?kategori=1 adresinden alıntıdır)
Can yatar gâfil, hanesi oldu harâb bî-haber!
Niyazî-i Mısrî
10 Mart 2009 Salı
BALONCU
kul da Mevlâ aşkıyla yanmalı ki günahları dökülsün tek tek ve Mevlâ'ya yaklaşsın...
deniz
9 Mart 2009 Pazartesi
SU YERİNDE OL
"Allah insanları iki çeşit yaratmıştır. Biri toprak gibi ağırdır. Hareketi mümkün değildir. Diğeri su gibi latiftir. Daima bir meyilden aşağı akar. Toprağa karışır. Orası bir gül bahçesi haline gelir. Gül fidanları, meyveli ağaçlar, ve çiçekler hasıl olur. Ama su toprağa akmazsa bunlar olmaz. Şimdi kardeşin toprak gibi yaptı, yerinden kımıldamadı. Ve barışmaya razı olmadı. Su yerinde sen ol! Onun önüne ak. Sulh ile tevazu göster. En büyük ecri sen kazanırsın."
Sonra her iki kardeş de Hz. Mevlâna'nın önünde hürmetle eğilir ve barışırlar.
8 Mart 2009 Pazar
Dudaklar ardında saklı
Amînlerimiz vardır!
Hacdan döner gibi gel
Mi’rac’dan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır!
7 Mart 2009 Cumartesi
Güllerin Efendisi
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..
Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan...
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..
Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan...
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..
Gel ey!.. Önce kendine çektin, sonra mugaylan dolu beyabanlarda dermansız koyup bizi bir başımıza gittin dönmemek üzere.
Ve dudağının dokunduğu çeşmeler de gitti.
Gittin ve vecd ile kendinden geçen zamanlar,
Sensizlik bunalımlarının gelgitleriyle kör kuyulara gömüldü.
Gittin ve tenha elvedalarda düğümlendi sevinçlerimiz;
Durmuş çarklara sıkışıp kaldı çığlıklarımız.
Sen gidince yanlış hesaplarında önce pazarlar kurduk köhne dünyanın,
Sonra köhne hesaplarıyla mezada çıkarıp aşklarımızı dünyalıklara sattık.
Gittin de savrulan umutlarımızı ektik yollarına;
Sabrımızın gözlerine çekilen milleri çelik masıyetlerle mıhladık.
Gerilmiş yaylarımız kepade düştü hoyrat ellerde,
Uykulu oyunlarda şahlarımız mat oldu; ve bileyli kılıçlarımız pas tuttu karanlık kınlarında.
Ak kor olduk...
Nemrudî alevlere soktular başlarımızı, hakikat, ak kor olduk...
Vurdular durmadan dinlenmeden...
Örslere konuldu başlarımız, hakikat vurdular dinlenmeden durmadan.
Ağlattılar ağladıkça biz...
Çeliğe su verelim diye ağladıkça ağlattılar bizi...
Heyhât! Tutturamadık kıvamını suyun, isabet ettiremedik gözyaşlarımızın damlalarını çeliğe ve ilk çalışta kırıldı kılıçlarımız kara keçelere.
Yenildik, yorulduk, yığılıp kaldık çıkmaz sokaklarda.
Bütün sorularımızın cevapları cevapsız kaldı; bütün hayallerimizin hayali hayal oldu.
Tel tel arzulara mahkûm edildi nefislerimiz ve ruhlarımız tül tül alevlerde yandı.
Gizemli bilinmezliklerimizin iksirlerini gizli dünyalara gizlediler bizden.
Gel ey!..
Hani dostların vardı, kimi aşk okuyan Kitaplar Kitabı'ndan; kimi ilham dokuyan hitaplar hitabından.
Kimine köşkler düşmüştü cennetten, kimi cennette köşklere düştüydü hani.
Kiminin ateşlerine rengi düşerdi gülün de; kimi güllere rengini düşürürdü ateşin.
Kimine yıldızlar düşerdi göklerden, kiminin yıldızına düşerdi gökler ya...
Hani sen "Yıldızlarım," demiştin, "hangisine uyarsanız doğru yola ulaşacağınız yıldızlarım!.."
Sen gittin efendim ve hasretin yıldızlarını da çekti senden yana.
Şimdi kim varsa yıldızlaşmaya yüz tutan, gökleri üzerine kapatıyor ehremenler.
Bizler yanıyoruz, yanmamakta direniyor gökte yıldızlarımız...
Güllerimiz küle durmakta yokluğunda, sultanlarımız kula dönmekte...
Gel ey!..
Ayrılığında çoğalan alevleriyle arınalım aşkının; yanalım yandıkça ve yandıkça yanalım.
Aşk yüzünden elbisesi yırtılan da,
Hak uğruna gözlerini kurutan da seni arzulamakta şimdi.
Bizi kendine madem yine sensin bağlayan ve ayrılığının derdine yine sensin ayrılıkla derman olan,
O hâlde gülümse bize efendim, bize gülümse.
"Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever" sırrına ermekte rehberimiz ol, tut günahkâr ellerimizden; günahkâr ellerimizden tut.
Sen ey!..
Gelsen hayallerimize bir kez...
Ve üzerine sepet sepet güller döksek biz.
Gelsen düşüncelerimize bir an...
Ve baharları sersek ayağına çiçek çiçek, mevsim mevsim, ıtır ıtır...
Dolunaylar yerine doğsan dünyamıza bir vakit...
Ve zatını gündüz değilse, hayalini gece göstersen bizlere.
Girsen ansızın düşlerimize, şefkat parmaklarınla okşasan başımızı ışık ışık...
Ve ışığına düşsek pervaneler gibi; pervaneler gibi ışığına düşsek.
Gel efendim...
Bir kez doğ içimize de isterse kaybolsun dolunaylar, güneşler...
Gir gözümüze de bir nefes, isterse silinsin tûtyâlar, sürmeler...
İlham olup ak gönlümüze bir anda, isterse yitirilsin uçtan uca naatler ve gazeller,
Beyitler ve dizeler uçtan uca yitirilsin isterse...
Gel efendim...
Dostluğuna muhtacız; umutsuz ve çaresiz bırakma çaresizlerini.
Gel yeter ki, hakkımızda verilecek her hükme razı olalım.
Gel ey, bitir bitmeyen hasretini içimizde!
Gel ey, onsuz mutluluk bulamadığımız!..
Gel ey, kendisine layık olamadığımız!..
Gel benim efendim, bir kez olsun dokun yüreğime, yüreğime dokun bir kez olsun...
Yüreğim kanıyor efendim, kanıyor yüreğim!..
Çığlık çığlığa beşeriyet, çiğnenmiş reyhanlar misali hep seni arıyor.
Uyandır zindanlara koyduğumuz Yusufî sevdalarımızı efendim.
Uyandır bahtını üftadelerinin...
Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtın uyanmaz mı?
İskender Pala
Üsküdar, balıkçılar ve deniz...
6 Mart 2009 Cuma
.jpg)
5 Mart 2009 Perşembe
VAKİT TAMAM! HİÇBİR YERE KAÇAMAZSIN!
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s.) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen yanımdan uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı!, der. Bunun üzerine Hz. Süleyman adama:
- Peki sen şimdi benden ne yapmamı istiyorsun?, deyince adam yalvarmaya başlar:
-Ey canları koruyan büyük varlık, mazlumların sığınağı! Sen Allah'ın izniyle bir çok şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emretsen de beni buradan tâ Hindistan'a iletse. O zaman Azrail (a.s.) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum.
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve "Bu adamı hemen al, Hindistan'a bırak" diye emreder. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'a götürür. Öğle vaktine doğru Süleyman (a.s.) dîvanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, dîvanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır.
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adam neden öyle hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?, der. Azrail (a.s.) cevap verir.
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (c.c.) bana emretmişti ki:
"Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al." Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu, nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.
Ölümden kaçış yok. Madem kaçamıyoruz en azından o anı güzelleştirmek için çalışalım.
Allah-ü Teala hayırlı ölüm nasip etsin.
Allah Dostlarından
-Senin için Allah'ın dediğinden başka bir şeyin olmasından mı korkuyorsun, diye sordu.
Adam; Hayır, diye karşılık verince Fudayl:
"Öyleyse niye üzlüyorsun? Dünya insanı kendisine kul yapmadıkça veya insan dünyaya kul olmadıkça yol kolaydır." dedi.
Öylesine bir foto
E öylesi de bu kadar oluyor :)
4 Mart 2009 Çarşamba
La-Tahzen / Üzülme

Karalanmış tahtaya yazı yazılmaz. Bil ki, Allah'ın bela vermesi ve seni ağlatması rahmet yazısı yazmak için gönül tahtanı temizlemesidir.
La-Tahzen / Üzülme
Yunus balık karnında pişti. Yunus tesbihle karaya çıktı. Sabretmek canın tesbihidir. Sabır sırattır, geçerken sızlanma, nasıl olsa yolun cennete çıkacak.
La-Tahzen / Üzülme
Dert; Allah'ı gizlice anmana vesile olacaksa tüm dünya malından yeğdir. Dertsiz dua soğuktur. Dertli dua gönülden, aşktan gelir. Sabır; sıkıntıların anahtarıdır.
La - Tahzen / Üzülme
Allah bizimle beraberdir.
Bunu okuduğumda o kadar rahatladım ki... Rabbimizin rahmetini, merhametini hissetmek kadar güzel ne olabilir ki dünyada? Ve O'nun sevgisini kazanmaktan daha yüce bir amaç var mıdır?
Son nefesimizi O'nun razı olduğu ve sevdiği kullar olduğumuzu bilerek verebilmek duasıyla... En Emin'e, en Rahman'a emanet olun...
deniz
Ey Rabbimiz!

3 Mart 2009 Salı
Suyun Hikayesi

Gelin suyun hikâyesine kulak verelim. Suyun sesinden kendi hakikatimizi seyredelim.
Bir su damlasıydık, insan olduk. Varlığımıza toprak gibi katılan suyu dinleyelim!
Berrak bir ayna olup âlemi içine alacak bir görüş olmak istiyorsak, suyu dinleyelim!
Kurumuş, kokuşmuş ruhlara can sunmak istiyorsak, suyu dinleyelim!
Gelin Mevlânâ’nın sesinden, suyun sadâsını dinleyelim! Onun mâcerasıyla yüce gönüllülerin sırrına erelim:
“Su yeryüzünü gezer dolaşır. Kirleri temizler, muhtaçları ve yetimleri besler, susuzluktan kuruyup kalmış olan susuzlara hayat bahşeder.
İşte, suyun mâcerasının dile gelişi gibi…
(Alıntı)
28 Şubat 2009 Cumartesi
NUH NEBİ'DEN BİR KISSA
- Ne kadar kısa olacak ey Allah'ın elçisi!
- Kısa olacak işte, pek kısa.
- Ne kadar ya Rasulallah?
- Hemen şöyle 80-90 yıl kadar.
- O kadar mı kısa olacak ey nebi!?..
- İşte o kadar kısa olacak.
Bu sırada köşede konuşulanları dinleyen birisi sormuş:
- Ya Nuh!. Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?!..
Bu kıssadan çok etkilenmiştim ilk okuduğumda. Hala da öyle. Ne kadar bağlıyız dünyaya!Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Halbuki o kadar ölüm var ki etrafımızda. O kadar ibret alınacak olay var ki. Ama hepimiz "Bu bizim başımıza gelmez." mantığıyla düşünüyoruz. Başa geldiğinde de dehşete kapılıyoruz.
Ölüm düşüncesi her daim insanın aklında olmalı ki kendini ölüme hazırlasın, bu fani dünyaya bağlanıp kalmasın. Hırslarının, tutkularının kısacası nefsinin esiri olmasın.
İnşallah bu dünyadaki kulluk vazifemizi yapmış olarak kavuşuruz Rabbimize. İnşallah gülerek gideriz ölüme.
27 Şubat 2009 Cuma

Bir âşık varmış vaktiyle; muma benzeyen bir âşık... Mum gibi yalnız, mumleyin başında bir ateş. Yanar yakılırmış geceler boyu ve gönül ateşiyle aydınlatmaya çalışırmış hicranın ve hasretin karanlıklarını. Hiç uyumaz, dilinde sevgili adı, göz kapıda, beklermiş durmadan... Gecelerden bir gece, belki bir vuslat gecesi olur da sevgili geliverir diye umutlanır, bu umutla tıpkı mum gibi can ipinden inciler döker ve eteklerinde biriktirirmiş yığın yığın... Ta ki sevgili geldiğinde hazırlıksız yakalanmış olmasın ve yüz görümlüğü olarak ayağına saçacağı incileri bulunsun...
Gül yüzüne bakacak yüz ver bize Taala!... Vuslat için aşk ver bize Allah'ım!
(İskender PALA)
Cumanız hayırlı olsun...
25 Şubat 2009 Çarşamba
KÖYLÜ VE PADİŞAH
“Baba!” dedi, “Bu fidanlar ne zaman büyüyüp de meyve verecek? Bu meyvelerden yemek sana nasîb olacak mı dersin?”
Köylü: “Hiç sanmıyorum” dedi. “Öyleyse niye kendini yorup duruyorsun?”
Köylü: “Biz atalarımızın diktiği ağaçların yemişini yemiyor muyuz? Torunlarımız da bizim diktiklerimizden yesinler.”
“Âferîn!” dedi padişah ve köylüye bir kese altın verdi.
Köylünün: “Bak sultanım! Gördün mü? Bizim fidanlarımız şimdiden yemiş verdi!” cevabı Yıldırım Bâyezîd’in çok hoşuna gitti. Köylünün sırtını sıvazlayarak bir kese altın daha verdi.
Köylü: “Fidanlar bir senede iki kere de veriyormuş sultanım!” demekten kendini alamadı.
MİSVAK’IN FAYDALARI
- Allah’ın rızâsına vesîledir.
- Ağız temizliğini sağlar.
- Dişleri parlatır, diş çürümelerini ve diş taşlarını önler.
- Diş etlerini kuvvetlendirir, ağız kokusunu giderir.
- Zekâyı artırır.
- Sesi güzelleştirir, konuşmayı kolaylaştırır.
- Göze kuvvet verir.
- Son nefeste kelime-i şehâdeti hatırlattırır.
- İhtiyârlığı geciktirir.
- Mideyi takviye edip, mide hastalıklarını önler.
- Hazmın kolaylaşmasını sağlar.
- Sevabı artırarak ömrü bereketli kılar.
BİR DUÂ

İŞİ EHLİNE VERMEK LÂZIM!
Halk sevinç içinde Karacaahmet Mezarlığı’na gitti. Hasırpûş Dede’yi bulup durumu anlattılar. Dede önce kabûl etmedi. Azîz Mahmud Hüdâyî’nin gönderdiğini öğrenince derhâl ayağa kalkarak ellerini açtı ve duâ etti. O günden sonra İstanbul’da vebâ salgınından ölen olmadı.
Allah dostları kendi başlarına, arzularıyla hareket etmezler; murâd-ı İlâhîye tâbi‘dirler. Kendilerine tanınan ma‘nevî selâhiyeti müsâade olunan ölçülerde kullanırlar. Bu sebeble Azîz Mahmud Hüdâyî kendisinin yetkili ve me’zûn olmadığı umûmî bir musîbetin def‘i için duâya yanaşmamış, halkı bu hususlarda izinli olan bir başka büyük velîye, bir kutuba gönderip duâ etmesini ricâ etmiştir.
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını, toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sâhibdir. Bu durum da süslenmiş kimselere, iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasın da bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki pek zarif bir nüktedir.
Deyimlerin aslının ne olduğunu merak edenlere İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek kitabını öneriyorum. İçinde çok hoş deyim hikayeleri var. Keyifle okuyacağınızdan eminim.
HİNTLİLERİN FİL TARİFİ
Birisi elini hortumuna geçirdi, "Fil bir oluğa benzer" dedi.
Başka birinin eline kulağı geçti, "Fil yelpazeye benziyor" dedi.
Bir başkası da sırtını ellemişti, "Fil bir taht gibidir" dedi.
Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa, fili ona göre anlatmaya başladı. Onların sözleri, algılamaları yüzünden birbirine aykırı oldu.
Birisi dal dedi, diğeri elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
(Mesnevi'den)
HAZRETİ SÜLEYMAN VE KARINCA
- Bir buğday yerim, diye cevap verdi.
O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koydu ve kutunun içine de bir tane buğday attı. Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini gördü. Hazreti Süleyman karıncaya,
- Sen, senede bir buğday yemez miydin, diye sorunca karınca şöyle cevap verdi:
-Ya Süleyman! O, rızkımı, her rızkı bol ve cömertçe veren Yüce Allah verirken öyle idi. Ama rızık senin vasıtanla gelince senin ileride ne yapacağını bilemedim. Ya beni unutursan ki sen unutabilirsin. Ama Rabb'im, yarattıklarından hiç kimseyi asla unutmaz. İşte onun için tedbirli davrandım.
(Alıntı "Gencin Yol Rehberi")
PABUCU DAMA ATILMAK
TEBESSÜM
Yanındaki talebesi:
"Güzel bir kardeşlik örneği" der. "Keşke insanlar da bundan ibret alsa."
Mevlana, tebessüm ederek karşılık verir:
"Aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini."
Kimin dost kimin düşman olduğu anlaşılmıyor, hele de bu devirde. Kendinize en yakın gördüğünüz insan gün geliyor azılı düşmanınız oluyor.
İnsanlara denemeden güvenmemek lazım. Allah iyilerle karşılaştırsın.
TAKVÂ NE DEMEK?
- Siz hiç dikenli yoldan geçtiniz mi? dedi. Onlar da:
- Evet geçtik, dediler. Bunun üzerine:
- O halde oradan geçerken ne yaptınız?, diye sordu. Onlar:
- Dikenlerden sakındık, dediler.
- İşte takvâ da günah ve hatalardan sakınmaktır, cevabını verdi.
Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat?...
(Şeb-i yeldâyı yani yılın en uzun gecesinin uzunluğunu, kaç saat sürdüğünü vakit veya yıldız ilmiyle uğraşanlara değil; derdi, kederi olana sor.)
23 Şubat 2009 Pazartesi
BİR MISRA
(Kötü vâsıta ve vesîleler ile mükemmel neticeler elde edilemez.)
Lâ Edrî